MÜLTECİLER KRİZ DEĞİL, İNSAN HAKLARI MESELESİDİR.
Her yıl 20 Haziran, savaşlar, zulüm, çevresel felaketler ve ağır yoksulluk gibi nedenlerle evlerinden koparılan milyonlarca insanın sesi olmak için Dünya Mülteciler Günü olarak anılmaktadır. Bu özel gün, yalnızca dayanışmayı değil, aynı zamanda devletlerin ve toplumların insan haklarına dayalı sorumluluklarını hatırlatmak için bir fırsattır.
Bugün dünya genelinde, 2024 yılı sonu itibarıyla 120 milyondan fazla insan zorla yerinden edilmiştir. Bu sayı, yalnızca bir istatistik değil; görmezden gelinen, sınır dışı edilen, geri itilen ya da istismar edilen milyonlarca yaşamın ve hayalin temsilidir. Uluslararası koruma arayışı, artık temel bir insan hakkı olmaktan uzaklaştırılmakta, göç politikaları ise güvenlik ve caydırıcılık ekseninde şekillendirilmektedir.
Böyle bir tabloda mülteciler; yalnızca sınırları değil, vicdanları da aşındıran bir ayrımcılığın hedefi hâline gelmektedir. Çalışma hayatında sömürüye, barınma ve sağlık hizmetlerine erişimde dışlanmaya, yargı süreçlerinde ise adaletsizliklere maruz kalmaktadırlar. Türkiye'de kayıt dışı çalıştırılan on binlerce mülteci, ağır koşullarda güvencesiz işlerde istismar edilmekte; çocuklar eğitim hakkından mahrum kalmakta; kadınlar hem toplumsal cinsiyet eşitsizliği hem de mülteci olmanın çok katmanlı ayrımcılığı ile yüzleşmektedir.
Mültecilerin korunması yalnızca insani bir gereklilik değil, aynı zamanda uluslararası hukukun ve evrensel insan haklarının emrettiği açık bir yükümlülüktür. Türkiye'nin taraf olduğu 1951 Cenevre Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa'nın 90. maddesi uyarınca devletin bu yükümlülükleri yerine getirmesi zorunludur.
Devletlerin, 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolü uyarınca mültecilere yönelik yükümlülükleri açıktır. Bu yükümlülükler arasında geri göndermeme ilkesi (non-refoulement), ayrımcılık yasağı, temel sosyal ve ekonomik haklara erişimin sağlanması, ve adil ve etkili bir sığınma prosedürü yürütülmesi gibi temel hükümler bulunmaktadır. Ancak pek çok devlet bu yükümlülükleri yerine getirmemekte, hatta sınır dışı etme, geri itme (push-back), keyfi gözaltı ve mülteci haklarını kısıtlayan politikalarla açık biçimde uluslararası hukuku ihlal etmektedir. Sözleşmeye taraf olmak, yalnızca bir formalite değil; her koşulda insan onurunu koruma yükümlülüğüdür.
Bugün ayrıca Filistin'de yaşanan insanlık dışı saldırılara sessiz kalınamayacağını da özellikle vurgulamak isteriz. İsrail'in Gazze'de sivilleri hedef alan saldırıları, on binlerce kişinin yerinden edilmesine, sağlık ve gıda krizlerine ve geri dönüşsüz travmalara neden olmaktadır. Uluslararası toplumun hukuku açıkça ihlal eden bu saldırılar karşısındaki kayıtsızlığı, insan haklarının evrenselliği ilkesini ciddi biçimde zedelemektedir. Benzer şekilde, bölgede gerilimi tırmandıran İran'a yönelik askeri müdahaleler de yeni göç dalgalarını tetikleyerek milyonlarca insanı korumasız bırakmaktadır.
Bursa Barosu Mülteciler ve Yabancılar Hukuku Komisyonu olarak, tüm göçmenlerin ve sığınmacıların onurlu, güvenli ve adil bir yaşam sürdürebilmeleri için;
Uluslararası koruma sisteminin bağımsız, adil ve etkili işlemesini,
Mültecilere yönelik ayrımcılığın ve nefret söyleminin kararlılıkla cezalandırılmasını,
İnsani krize yol açan dış müdahalelerin ve uluslararası hukuku ihlal eden savaşların açıkça kınanmasını,
Dezavantajlı grupların çok katmanlı kırılganlıklarının dikkate alınarak özel koruma mekanizmalarının oluşturulmasını,
İltica hakkının siyasi pazarlık konusu yapılmamasını,
Küresel sorumluluk paylaşımı ilkesine uygun olarak, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere tüm devletlerin mültecilerin korunması, yeniden yerleştirilmesi ve desteklenmesine yönelik yükümlülüklerini yerine getirmesini taleplerimiz olarak yineliyoruz.
Mülteciler bir kriz değil, hakları gasp edilen bireylerdir. Bu hakların hatırlatılması ve savunulması, yalnızca onların değil, insanlığın ortak onurunun savunulmasıdır.
Bursa Barosu Mülteciler ve Yabancılar Hukuku Komisyonu